Bir beyaz rahmet; bir yeşil murat
Nasıl da severim Abdurrahim Karakoç'un mısralarını. O, hecenin ve nakaratın sağladığı tekerlemeci kolayın ötesinde saklı bir ahenkle yazdı şiirlerini. Onun mısralarında Faruk Nafiz'in han duvarlarında saklı olan ahengi bulurum. Onun mısralarında yeşil de beyaz da altında bambaşka bir rengi saklar. Kur'an'ın "bu dünyada yediklerimize benzer" alegorisini andıran…
Başlıktaki ifadede olduğu gibi yaşanan gerçeklik içerisinde ister şimdi, ister mazi isterse geleceğe dair duyduğumuz her şey kar kadar beyaz ve rahmet doludur. Fırtınasında da dinginliğinde de mana yudumlarsınız. O yüzden şair "rahmet ümidi", "rahmet rüyası" demez. Tüm zamanları kuşatan kesinlikte bildirir beyazın (kışın) rahmetini. O sebeple "yeşil" hep muratla anılır. Bahar gibi cennet gibi... İkisi de şimdiden uzaktır. Belirsizdir form olarak vaat eder güzeli... Ama güzelliği de mahiyeti de müphem yahut afakidir. Oysa sevmek de görmek de muhakeme etmek de aklın ve gözün işidir. O yüzden sevdanızın adı tecrübe edilen şeydir:
Bir beyaz rahmettir, bir yeşil murat
Görmeyen ne bilir oy bu sevdayı!
Tüter buram buram, yücelir kat kat
Arttırır gün, hafta, ay bu sevdayı.
Sevda, günün haftanın planı içinde boy verir. Yeşermesi de ancak yetişmesidir. Sevmek için görmek gerek. Tecrübe ile "tüteni" "buram buram" koklamak gereklidir. Bunlar olmadan yani yaşanmışlık olmadan kimseye cennet vaat edilmez. Cennetin de baharın da yeşilliği yeniden doğacak veya o sevda kapsamında ortaya konacak üründe saklıdır. Üretilmeyen, imar edilmeyen, inşa edilmeyen sevda yalnızca bir sayıklamadan ibarettir. Yeşilliği güzelliğini değil tazeliğini alegorize eder.
Mevsim değişse de poyraz kesse de mutlaka bir rüzgâr esmelidir.
Değişir bu mevsim, bu poyraz keser
Yurdumda davamın rüzgârı eser
Gün gelir anlayıp bağrına basar
Şehir bu sevdayı, köy bu sevdayı.