Gara'daki operasyon…
Üç tanesi görev esnasında, on üç tanesi çaresizce, sessizce ama vakur bir duruşla tutuldukları odada kahpece şehit edilen vatan evlatlarımızın içimizi acıttıkları, tarifsiz duygular yaşattıkları operasyondan söz ediyorum.
Oradaki şehitlerden biri Semih Özbey… Semih'in kardeşi, "Yaşarken haberlerini yaptıramadık, ölünce kıymetli oldular" demiş.
Bu cümleyi okuyunca bir kez daha içim yandı. Bir an için kendinizi şehidimiz Semih'in ailesinin yerine koyun lütfen. Merhumun 18 Eylül 2015'te Tunceli-Erzincan kara yolunda iğrenç terör örgütü tarafından alınmasından sonra altı yıl boyunca bu ailenin neler yaşadığını düşünün. Bir de o yiğidin bu süre boyunca neler çektiğini… Düşünmeye bile tahammül edemeyeceğinizi göreceksiniz.
Şimdi birlikte 2009 yılına gidelim dilerseniz. Terörist başının çağrısıyla Habur'a gelen ve orada on binlerce kişinin karşıladığı 34 terörist için özel mahkeme kurulan günlere…
Çözüm süreci denilen rezalet süreç, o zaman ete kemiğe bürünmüştü. Sonrasında neler yaşadık neler? Güvenlik güçlerimizin garnizonlarından dışarı çıkamadıkları günlerden söz ediyorum.
Hani meşhur bir açıklama vardı:
"Artık sayın Öcalan demek suç olmaktan çıktı. PKK'nın kendine ait bayrağını elinde taşımak, Öcalan posterini elinde taşımak suç olmaktan çıktı. Hatta 'Türkiye'nin sistemi böyle olmalıdır, eyaletler, demokratik özerklik...' demek, bunların hiçbiri artık suç değil. Geçmişte bu suçlamalarla cezaevinde yatanların hepsi çıktı. Düşüncelerini açıklamaktan dolayı ceza alan kim varsa cezalarını erteledik. Artık bundan dolayı da dava açılmayacak."
Ve öyle oldu. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. HDP'li heyetlerin, 2015 başlarından itibaren İmralı ve Kandil arasında mekik dokumaya başlamasından sonra gemi azıya alan PKK'lı teröristler, karayollarımızda yol kontrollerini sıklaştırmaya başladı. Bir çobanın kaybettiği bir koyundan sorumlu olması gereken devletin güvencesi altında olması gereken yollardan teker teker alındı bu şehitlerimiz… Sonra tünellere kadar gitti bu süreç. Sonrasında Habur'la başlayan tünellerle sona eren bu çözülme süreci sona erdi ama o yoldan alınanlardan bu süreç içerisinde bir kez haber alabildik: 11 Şubat'ta.
Genelkurmay Başkanlığı'nın, "Irak kuzeyine düzenlenen hava harekâtı ile üs bölgelerine saldırı için hareket halinde oldukları çeşitli keşif ve gözetleme vasıtalarıyla tespit edilen bölücü terör örgütü mensubu silahlı bir grup terörist etkisiz hale getirilmiştir." açıklamasıyla başlayan harekatla birlikte gelen 3 şehit haberi sonrasında ne yazık ki 13 şehidimizin haberi de geldi. Ve vatanın bağrında diğer şehitlerimizle buluştular tek tek.
Unutmayalım diye bu özeti yapıp nokta koyacaktım ama iç sesim yine kulağıma fısıldadı: "Ben olsaydım ne yapardım biliyor musun?" Her zamanki gibi rahat durmamıştı işte. "Senin ne derdin var benimle?" diye kızdım ona. Beni günlerce rahat bırakmayacağını bildiğim için de "Hadi, söyle bakalım, ne yapardın?" diye sordum. O da hemen cevaplarını sıralamaya başladı. Belki siz de aynı soruyu cevaplamak istersiniz. Bakalım iç sesimle aynı şeyleri düşünecek misiniz?
Şimdi buyurun "beyin fırtınası"na…
İç sesim dedi ki, bu ülkeyi yöneten ben olsaydım…
Bir kere çözüm süreci diye bir süreç olmazdı. Ne askerler, ne polisler asla garnizonlarına çekilmezlerdi.
Yollarda, şehirlerde, vatanın herhangi bir yerinde sokak ve yol güvenliği asla teröristlere bırakılmazdı. Dolayısıyla hepsi de çözüm süreci yıllarında kaçırılan ve bugün içimizi yakan şehitlerimiz olmazdı.
Hadi bir şekilde terör örgütlerinin elinde tuttuğu evlatlarımız olsaydı, kesinlikle böyle bir operasyon yapılmazdı. Daha önce aynı örgütün şu veya bu baskıyla bırakmak zorunda kaldığı nice evladımızdan söz etti medyamız. O yollar uygulanırdı.
Hadi böyle bir operasyon yapmak zorunda kaldım ve aynı sonuçla karşılaştım.
Asla bir parti kongresinde bir şehit annesiyle konuşmazdım. O şehit annesiyle -henüz canı bedenindeyken- altı yıl boyunca zaten defalarca konuşmuş olurdum. Bu görüşmeyi yapmadıysam da onu arama konusunda utanır "Alo!" diyemezdim.
Asla bir parti kongresinde çay davetine " ucuza getiriyorsunuz" esprisi yapıp gülmez ve salonu da kahkahalara boğmazdım. Asla yerel şiveyle konuşup insanları güldürmezdim.
Asla elli yüz kişilik site yönetim toplantılarını bile yasakladığım bu korona günlerinde, salonu lebalep (Leb Farsçadır ve anlamı dudak demektir.) doldurmuşsunuz diye gurur duyduğum bir kalabalığı toplamaz, böyle bir kongre yaptırmazdım.
Ve son olarak en azından bu günlerde toplumu germez, " Sen, ben yok; biz varız." felsefesiyle hareket ederdim.
Ha bir de unutmadan, onları sağ kurtarma ve onlarla birlikte millete müjde verme projesine asla onay vermezdim.
Bütün bunları yapmaz ama bu 13 yiğidin beş altı sene boyunca o zalimlerin elinden neler çektiğini düşünür, yerin dibine geçerdim.
Ya siz ne yapardınız?