Geçtiğimiz hafta komşunun camından yansıyan televizyon görüntüsü merakıyla 68.’si düzenlenen Eurovision Şarkı Yarışması takip ettik.
Çok genç yaştakiler için ülkemizde pek bir şey ifade etmediği düşünülen bu yarışma aslında bir popüler kültür arşivi, bir yakın tarih ansiklopedisi tadında. Uzmanların sıklıkla hatırlattığı bir durum da geçerli aslında Eurovision için, o da özlediğimiz şeylerin aslında o kavramlar değil yaşadığımız o yıllardaki yaşımızın getirmiş olduğu mutluluk duygusu olmasaymış.
Uzmanlar tam bir şeyleri özlediğimizi söylediğimizde, bize bunu hatırlatıyor son yıllarda, tam bir şarkının içinde kaybolacakken, sen aslında Harun Kolçak’ı sevmiyorsun o zaman ki günlerini özlüyorsun diyorlar sanki kulağımıza… İki dakikalık zihnimizde yapacağımız zaman yolculuğu duygusallığından çıkarıyorlar bizi.
Hatta aynı uzmanlar ‘torun başka bir şey diyerek’ torun seven büyüklerin de aslında torunlarını öyle delice, evlattan çok falan sevmediklerini, çocuklarının o küçük yaştaki halleri ile geçirdikleri veya istedikleri gibi geçiremedikleri vakitlerin telafisi olarak o coşkuyu yaşadıklarını da söylüyor. Ama bu başka bir yazı konusu…
Eurovision’a dönecek olursak Türkiye’nin milli maçlar harici tek yürek olduğu bir alan olduğunu kabul etmek gerekir. Eskiden gerekirdi. Yarışmaya kimin gideceği, hangi şarkı ile katılacağı, yakın zamanlara gelirsek en ünlü isimlerin gitmesi gerektiği gerçekliği, alınan iyi dereceler ve sonunda 2003 yılında da gelen o birincilik.
Sertap Erener, Eurovision’da birinci olduğunda sosyal medya uygulamaları yerinde yeller esiyordu, şarkı tanıtıldı, İngilizce gitmeyi gerekli ve yerinde bulan da oldu, aykırı bulan da. Ama Erener, bambaşka bir yol yürüyeceğinin bilinciyle nokta atış yaptı ve kazandı.
Ertesi gün işlerimize, okullarımıza giderken yüzümüz gülüyor, ezberleyemediğimiz şarkının sözlerini mırıldanıyorduk bile. Yıllar sonra (bence bize biraz moral olsun diye) Sertap Erener yeniden sahneye çıktı ve şarkıyı söyledi.
Sertap Erener’in sesinde ve enerjisinde bir değişiklik yoktu elbette ancak bizim neşe dolu gözlerimiz, ufak şeylere sevinen naif hallerimizden eser yoktu sanki. Olan her şeyi ölümüne eleştiren, eleştiri sözünün içini çürüten, benden değilsen yoksun naraları atan ruh halleri ile kalan bizlere oldu. Sanki çok uzak bir yolda giderken lunapark ışıklarını görür gibi izledik dünya karnavalını.
Eurovision’a katılmak gelişmişlik göstergesi değil elbet! Ancak biz son zamanlarda yaşadığımız tüm zorluklarla hüzünlerle dolu bir ülke olduk, kötü olaylar, kötüleşen ekonomimiz, kendi dünyalarımızdaki neşe kayıplarımız, kaygılar, endişeler, karamsarlıklar yer yaptı ruhumuzda adeta.
Şarkıları bile daha damar dinliyoruz artık neşe lüks oldu, gülmek şımarıklık, ufak bir güzel an yakalamak ‘yaşıyorsun bu hayatı’ sitemine döndü. ‘Ben iyi değilim sen de olma’ diyor her birimizin ruh hali bir diğerine.
Gidilen yerler mecburi, edilen sohbetler yüzeysel ve çekilen fotoğraflar bile filtreli oldu. Ortak şarkılardan, sevinçlerden, toplumsal bir olayda tek yürek olmaktan uzaklaşıyoruz sanki. Gerçeğin peşini bulma, kaybettiğimiz yersiz neşemize kavuşmak ise imkansız gibi duruyor.