Hayatın bir yarış, bir sandalye kapma işi olduğunu, dönüp çocukluğundan gelen birinin yüzüne yüzüne kendi kariyerini sayma işini, mesela arkanda amcanın olduğu gerçeğini paylaşacak kadar bir gövde gösterisine girme işini, hem de masumca bir duyguyu anlamaya çalışmaktan daha fazla gözünde kutsal kılan neydi? Neydi, mesela sevgiye, masumiyete, geçmişe, çocukluğa dair iki kelam edemeden karşındakini demirden küften tartılarla tartıya vurmak. Tanrı bile mühlet verirken insana sırf "öteki"nin hataları üzerinden yürüyüp onun şevkini kırdıracak kadar kendini kudretli hissettiren özendiğin hangi epik misyonun gereği idi?
Bunları bizim öğretmenimiz öğretmiş olamaz. Daha dün söyledi kadir kıymetin hakkını bilen, mesela sınıfta hiç kavga etmemişiz biz o kırk üç çocuk beş yıl boyunca. Nerelerde öğrettiler sana bozuk para harcar gibi insan harcamayı?
Ne olurdu yani iki kitap sayfası koklamayı da öğretselerdi sana? Ne olurdu geride göz olmasa da arkana dönebilen bir vücudun ya da kafan olduğunu anlayacak kadar Biyoloji de okusaydın. Sahi empatiyi oturduğun kürsüdekilere nasıl anlatırsın mesela? Kıyameti koparır seviyede anlık manevralarla kestirip atmak mıdır iletişimi karşındaki ile?
Mutlu musun hayat denen bir yolda dalgın dalgın geldiğimiz kıyıdaki son nağmeler ne fısıldıyor kulağına? En son ne ağlatmıştı seni? Şimdi yalnız kalmayı benden en iyi bilen sensin. Her şeyi iyi bildiğin gibi yalnızlığın insanı ağlattığını da bilirsin. Sahi sen yalnız kalınca neye ağlarsın?