Kıymetli okurlar, aslında benim gayem böyle bir yazı yazmak değil; günümüz üniversitelerinde ve eğitim sistemimiz içerisinde bilime karşı olan tutumu örnekleriyle değerlendirmek olacaktı. Fakat yaptığım birkaç araştırma, okuma neticesinde daha evvel bu tarzda yazılan yazılarda gördüğüm üzere günümüz eleştirildikten sonra çözüm önerisi olarak kimi kesim kendi siyasi görüşüne göre medreseleri önermiş bir diğer kesim ise Batı'nın tam örnek alınmasını savunmuş. Ben de bunun üzerine bu yazıya temelden başlayıp evvela medreseleri ardından üniversiteleri ve en son olarak günümüz eğitimini çözüm önerilerimle birlikte değerlendireceğim. Bir yazı serisi şeklinde yayınlayacağım bu konuların ilkini keyifle okumanızı diliyorum.
Medrese tedris (öğretim) yapılan yer demektir. Medrese esasen onuncu yüzyılda Orta Asya'da kurulmaya başlanan, Türk-İran kökenli bir kurumdur. 1067'de Bağdat'ta kurulan Nizamiye Medresesi ilk teşkilatlanmış medrese kabul edilmektedir. İslami eğitim, İslami ilimleri kapsar ve mektepler ile medreselerde yapılır. Akli ilimler (bilim) kapsamındaki konular, İslami eğitim kurumlarının kapsamı dışındadır. Felsefe ve doğa bilimlerindeki çalışma ve incelemeler, kütüphane, müze, hastane ve rasathanelerde, zaman zaman aydın hükümdarlar ve vezirlerin sağladığı himaye ve maddi destekle, bilim insanlarınca münferiden veya usta-çırak ilişkisi içinde yürütülmüş, hiçbir zaman sistematik olarak eğitim-öğretim konusu haline getirilmemiştir. Yani dünyaca tanınan Müslüman bilim insanlarının medreselerde görev yaptığına dair herhangi bir kayıt maalesef yoktur.
''İslam Rönesansı'', ''İslam Aydınlanması'' çok önemlidir çünkü günümüzde üniversiteyi ya da sistemi eleştirenlerin çoğunluğu çare olarak bu dönemdeki uygulamaları gerçekleştirmek olarak görmektedir. Bu dönem Yunan felsefesinin özellikle Atinalı Plotinius ve Proclus'un eserlerinin Arapça'ya tercüme edilmesiyle, Eflatuncu ve Aristocu felsefenin bir karışımı olarak zamanla İslam dünyasına yayılmasıyla başlıyor. Müslümanlar Eflatun ile Aristo arasında kişisel ayrım yapmayarak, eski Yunan felsefesini bir bütün olarak ele aldılar. ''İslam'ın Altın Çağı'' böylece başladı. Halife Harun Reşit ve Bağdat kenti, İslam Rönesansı denilince akla gelen isimlerdir. Harun Reşit deyince doğal olarak hepimizin aklına onun en önemli eseri olan, Bağdat'ta kurduğu Beytülhikme (Akıl Evi) adlı bilim ve tercüme merkezi gelmektedir.
Hangi din ve milletten olduğuna bakılmaksızın bilim insanları bu merkezde toplanıyor ve çalışmalarını sürdürüyorlar. Beytülhikme kütüphane ve aynı zamanda tercüme merkezi olarak kullanılıyordu. İslam Rönesansı bağlamında bir hususu daha zikretmek gerekiyorsa bu dönemin Bağdat'taki entelektüel itici gücü Bermeki ailesidir. Aslen Budist ve zengin tüccar bir aile olan Bermekiler, Belh'ten önce Merv'e ardından Bağdat'a göç ettikten sonra Müslüman oluyorlar. Bağdat şehrinin ilk planı Halit Bermeki tarafından yapılmıştır. Ağırlıklarını Abbasilerden yana koyan ailenin politik gücü zamanla arttı. İlk üç Abbasi halifesine vezirlik ve danışmanlık yapan Bermekilerin etkisi Harun Reşit döneminde zirve yaptı. Harun Reşit daha ziyade müzik ve şiirle ilgilenip Arap şair ve müzisyenlerini himaye ederken, Yahya Bermeki hastanelerin ve kâğıt fabrikalarının kurulmasına öncülük etti, ticareti geliştirdi ve Orta Asyalı Türk ve İranlı bilim insanlarının fen ve sosyal bilimler alanlarındaki çalışmalarına destek oldu. İslam Rönesansı'nın şahikasına ulaştığı yıllarda dahi perde arkasında Orta Asyalı Türk ve İranlılar vardır. Harun Reşit, zamanla Bermeki ailesinin gücünün artmasından rahatsız oldu. Uzun süren askerî seferlerin maliyetini vergileri artırarak karşılayan Harun Reşit bunun halka yarattığı rahatsızlığın faturasını da Bermeki ailesine kesmeyi çare olarak görünce Yahya Bermeki ve diğer aile fertlerini 803'te idam ettirdi. Bu döneme değinerek başladım ne yazık ki bu dönemde verilen eğitimin medrese eğitimi olduğu düşüncesi büyük bir yanılgıdır. Bunu belirtmek istedim.
İslam Rönesans'ına kısaca değindikten sonra asıl meselemiz olan medreselere Nizamiye Medreselerinden başlayalım. Medrese deyince akla gelen ve daha sonraki İslami yükseköğretim kurumlarına model oluşturan kurum, Büyük Selçuklu Veziri Nizamümülk'ün kurduğu Nizamiye medreseleridir. Nizamiye Medreselerinin özellikleri şöyle özetlenebilir:
1-Bu medreselerin amacı, ucu açık, sorgulayan bir eğitim vermek değildir. Amaç Şiilik, İsmailiye ve Mutezileciliğe karşı, katı doktriner Sünni eğitimdir.
2-Nizamiye Medreseleri'nde Eşariyye itikadı ve Şafi fıkhı esastır; felsefe ve fen bilimlerine, insan aklına dayalı, ucu açık tartışmalara müfredatta yer yoktur.
3-Temel amaç devlete bağlılık olduğundan, Nizamiye Medreseleri esasen devlet kurumlarıdır.
Medreseler söz konusu olduğunda kuşkusuz akla gelen ilk isimlerden biri Gazali'dir. Nizamümülk 1092'de Alamut Kalesi'nde yerleşmiş İsmailiye mensuplarınca öldürülmeden kısa bir süre önce Bağdat Nizamiye Medresesi müderrisliğine Gazali'yi atadı. Gazali, akla dayanan tüm düşünce akımlarına, felsefeye hatta doğa bilimleri, matematik ve mantığa karşıdır. Diyalektiği bir yöntem olarak kabul eder ve fıkıh öğretiminde uygular ama felsefeyi gereksiz bulur. Ona göre, insan aklı ile itikadı uzlaştırmak mümkün değildir. Gazali Bağdat Nizamiye Medresesi'nde sadece dört yıl müderris olarak görev yapıyor fakat bu dört yıl ne yazık ki bilimsel manada büyük bir yıkıma sebep oluyor. Günümüzde Gazali dendiğinde onu yere göğe sığdıramayanların aslında onun sadece İslami bir kişilik olduğunu düşündükleri için okumadan yargıya varmaktadırlar.
Görüyoruz ki felsefe, matematik ve fen bilimleri zaten hiçbir zaman, günlük hayattaki faydalarının ötesinde kendi başlarına insan zihnini geliştirmeyi hedefleyen, ucu açık disiplinler olarak medreselerde okutulmuyor. Matematik, mesafe ve zamanın ölçülmesi, namaz vakitlerinin ve takvimin belirlenmesi, özellikle de veraset sonucu malların bölüştürülmesinde işe yarayan bir yöntem olarak okutulmuştur. Hüseyin Atay, Gazali ile ilgili olumsuz noktaları belirtirken ''Sadece hocalık ettiği Nizamiye Medresesi'ne değil, bütün millete ve efkar-ı umumiyeye çok dar ve kısır bir program vermiştir'' diyerek eleştirmiştir. Müslüman zihninin kapanmasında Gazali büyük etkiye sahiptir. Bugün dönüp baktığımızda İslam âleminin geri kalmasında bu denli etkili olan bir başka olay da Moğol istilasıdır.
Tanınmış bilim tarihçisi ve filolog Eduard Sachau'ya göre, ''Eşari ve Gazali olmasaydı, Araplar (Müslümanlar) arasından Galile, Kepler ve Newton düzeyinde bilim insanları çıkabilirdi.''
İslam aleminin zihni, Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet'in hükümdarlığı sırasındaki kısa süren aydınlanma dönemi dışında, on dokuzuncu yüzyıl ortasına gelene kadar kapandı.
Fatih Sultan Mehmet, ileri görüşlü, aydın Osmanlı padişahlarının başında gelir. Padişahlık dönemi aydınlanma dönemidir. Fatih, eski Yunan medeniyetine, tarihe, özellikle Büyük İskender'e ve coğrafyaya meraklı, küresel düşünen bir padişahtı. Çok sayıda Bizanslı düşünürü sarayında işe almış, kendine özel bir kütüphane kurmuştu.
Fatih döneminden itibaren ülke dışında eğitime gerek kalmıyor, İstanbul, İslam âleminin eğitim merkezi oluyor. Ancak, matematik ve fen bilimleri, Fatih döneminde dahi müstakil dersler olarak müfredatta ne yazık ki yer almıyor. İslam âleminde Selçuklulardan sonra Osmanlılarda da bilim ve gözleme dayalı olarak araştırma yapan müstakil kurumlar olmamıştır.
Mesela Fatih döneminde saray kütüphanesinin yöneticisi olan, Edirne ve Sahnı Seman medreselerinde müderrislik yapan Tokatlı Molla Lütfi, ''Geometri bilmeyen kadılar doğru karar veremez'' şeklinde zamana göre çok aykırı bir görüşlere sahipti. Aynı zamanda sert hicivler de yapıyordu. Lütfi, Sahnı Seman'daki dersleri esnasında Şiiliği övdüğü ve namaz kılmayı ''kuru eğilip bükülme'' olarak nitelendirdiği için idama mahkûm edilmiştir. Fakat Fatih dönemi yine de büyük bir örnek teşkil etmektedir. Batı'daki ''saray matematikçileri''ne benzer, bilim insanlarını himaye eden hükümdar ve üst düzey devlet görevlileri İslam âleminde yaygın değildir. Orta Asya'da Uluğ Bey ve Osmanlılarda Fatih Sultan Mehmet dışında İslam âleminde bunun örneği yoktur.
Kanuni dönemine baktığımızda ise İbni Teymiyye'nin görüşlerini benimseyen, Birgili Mehmet Efendi adlı bir yobaz, tüm doğa bilimleri ve felsefeyi İslamın özüne aykırı, olarak nitelendirdi ve sonuçta bu konular ve hatta kelam dahi medrese müfredatından tamamen dışlandı.
Osmanlılardaki ilk rasathane, 3.Murat döneminde müneccimbaşı Takiyuddin Mehmet'in önerisi ve Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa'nın desteğiyle kuruldu. İstanbul Rasathanesi olarak bilinen bu rasathane, gerek personel gerekse teçhizat bakımından çağdaşı Tycho Brahe'nin yönettiği rasathaneden aşağı düzeyde değildi. Ama rasathaneyi kurma iradesini gösteren padişah, daha sonra rasathanenin uğursuzluk getirdiğini öne süren Sokullu'nun düşmanı Şeyhülislam Ahmet Şemsettin Efendi'nin tavsiyesine uyarak, 22 Ocak 1580'de bu kez rasathanenin yakılıp yıkılmasını emretti. Rasathane, Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa'nın komutasındaki donanma tarafından bombalanarak yıkıldı. Osmanlı'da bilim dediğimiz zaman bu tarz örneklerin oldukça fazla olduğunu görmekteyiz.
Mesela Osmanlı İmparatorluğu'ndaki ilk matbaa Museviler tarafından 1494'te, yani İspanya'dan göç ettikten hemen sonra kurulmuştur. Ermeniler 1567'de, Rumlar ise 1627'de ilk matbaalarını kurdular. Buna karşılık matbaa, icadından 273 yıl sonra Müslümanların hizmetine girebildi. 3.Ahmet'in basımevi kurulmasına izin veren fermanı, işlerini kaybetme endişesiyle direnen hattatların direnişini kırmaya yeterli olmayınca, Şeyhülislam'dan da fetva almak gerekti. Ancak bu kez de dini kitapların basılmasına izin çıkmadı. İbrahim Müteferrika'nın kurduğu matbaada 17 kitap daha basıldıktan sonra, matbaa 1742'de kapandı. Matbaanın tekrar açılabilmesi için 1748'de yeni fermanlar çıkarıldı ve 1830'a kadar sadece doksan yedi kitap basıldı; ilk Kur’an ise 1871 yılında basıldı. Yalnızca medreseler değil bunları da göz önüne aldığımızda Osmanlı Devleti'nde bir bilimsellikten söz etmek gerçekten afakî bir söylemdir.
Bugün medrese eğitimine ve bilime baktığımızda neresini tutsak orası elimizde kalmaktadır. Dini eğitim, bilimsel hayata engel teşkil edecek şekilde algılanınca ne yazık ki yukarıdaki örnekler daha da artabiliyor. Bana Osmanlı Devleti'nde büyük bir kadın bilim insanından söz edebilir misiniz? Ya da bana medreselerden yetişmiş büyük bir bilim insanından söz edebilir misiniz? Bizim bu sorularımız cevapsız kaldığında aslında Osmanlı Devleti niçin yıkıldı gibi soruları sormamız oldukça mantıksız bir hâl almaktadır. Bu alanda detaylı bilgi edinmek isteyenler için belki de en sağlam kaynaklardan biri Kemal Gürüz’ün Medrese ve Üniversite kitabıdır. Yazımda da sık sık kullandığım bu kaynağı herkesin okumasını tavsiye ederim.