Genç Yazarın Korkusu
2013 yılında ilk yazılarımı Gencay dergisinde yazmaya başladığımda hakikaten çok korkuyordum. Çünkü fikirlerime güvenmiyor ve sık sık büyük fikir insanlarına atıfta bulunuyordum. Bunun temel sebebi olası bir eleştiriye karşı bu fikir insanlarının arkasına saklanmaktı.
"Sen kimsin de böyle büyük bir fikir adamını eleştirirsin." diye çıkışacak böylece kendimi de sağlama almış olacaktım.
Eski kelimelerle yazmak
Daha sonra okudukça hayatıma yeni kelimeler girdi. Bu defa öğrendiğim yeni kelimeleri yazılarımda kullanma arzum sebebiyle bir hayli anlaşılmaz yazılar yazmaya başladım. Çünkü henüz genç yaşta 100 yıl evvel kullanılan kelimeleri yazılarımda kullanmam doğal olarak yaşıtlarım tarafından anlaşılmamakla sonuçlandı. Büyüklerimse anlıyordu fakat aynı zamanda samimi bir dilimin olmamasıyla da eleştiriyorlardı.
Ortaya yeni bir sorun çıkmıştı... Yazılarımı kime yazıyordum?
Nasıl bir kitleye yazmalı?
Sonuçta nasıl bir kitleye yazıyorsan ona uygun bir dil kullanmalısın.
Tabi 7-8 sene evvel devamlı kitap okuyan ve okuduklarını yazmak isteyen az buçuk kibirli bir çocuk olarak aydınlara yazmak istiyordum. Bir süre yalnızca ben ve benim gibilerin anlayacağı yazılar yazdım. Yani sıradan bir vatandaşın okurken sıkılacağı yazılar. Bunun neticesinde de doğal olarak az okunuyordum.
Ne kadar az okunsam da en büyük motivasyonum "Bir gün elbet değerimizi bilen çıkar." düşüncesiydi. Üstelik en sevdiğim şeyse rahmetli Yaşar Nuri gibi sürekli "Ben bunu yazdım." demekti.
Daha sonraları Türk edebiyatının en büyük köşe yazarlarını satır satır okumaya başladım. Tarık Buğra, Refik Halid, Haldun Taner, Aziz Nesin ve Peyami Safa başta olmak üzere pek çok büyük edebiyatçımızın yaşadıkları dönemde gazetelerde yazdıkları tüm yazıları okudum. Çoğunu demiyorum samimi söylüyorum tümünü okudum.
Hemen hemen birçoğu farklı dönemlerde yaşasalar da çoğunlukla aynı konular etrafında yazılar yazmışlar. Farkı ne mi? Farkı kesinlikle üsluplarıydı.
En büyük özellikleri nedir peki? Mutlak bir şekilde birinci tekil şahıs kullanmalarıdır. Çünkü birinci tekil şahıs her şeyden evvel samimidir. Yazılarını birinci tekil ve çoğul şahıs üzerine inşa ediyorlardı yani ben ve biz. Evet, bu isimler hem büyük aydınlar hem de edebiyatçılar fakat köşe yazılarını bu denli keyifli yapan en önemli unsur birinci tekil şahısla yazmaları.
Çünkü insanlar köşe yazılarında yukarıdan yazılan dili sevmezler. Senin köşende senin fikirlerini okumak isterler bu kadar basit!
Türkler neyi okumaz?
O halde en önemli soruya cevap arayalım. Hakikaten Türkler neyi okumaz?
Cevap çok net: Akademik metinleri ve akademik dilleri okumazlar.
Türkiye'de yüzlerce profesör var ama buna karşın hiçbirinin yazıları yüz binlerce okunmuyor? Yüz binlerce okunan da akademik yazmıyor birinci tekil şahısla yazıyor. İlber Ortaylı'yı bu denli meşhur yapan şey akademik metinleri değil birinci tekil şahıslı sohbetleri ve samimiyetidir. Hatta tam da bu sebeple iyi okur yazar kimseler hocayı "Artık her konuda fikir beyan ediyor." diye eleştirmeye başladı.
Hâlbuki hoca Türkiye'de akademinin yapamadığını tek bir şeyle başardı: Birinci tekil şahıs kullanarak sade bir dille kendini ifade etti.
Peki, bu akademik metinleri kim okuyor? Samimi söyleyeyim akademisyenler dahi okumuyor. Eğer atıf vermeyecekse akademisyenler dahi birbirinin makalesini okumuyor.
Bütün bunlara karşılık Türkiye'nin en çok okunan yazarları, sevin sevmeyin Ahmet Hakan, Yılmaz Özdil ve Uğur Dündar gibi isimler.
Ahmet Hakan mesela… Yazılarını pek sevmem ama Hazal Kaya'yı eleştirdi diye 1 hafta gündemde kaldı bu ülkede. Neden?
Nasıl böyle bir etkisi var?
Çünkü birinci tekil şahısla ve samimi bir üslupla yazıyor.
Bu yazdıklarımdan ne anlamalıyız?
Dilediğiniz kadar bilgili olun. Eğer samimi değilseniz bu topraklarda az okunursunuz. Dilediğiniz kadar mükemmel fikirler kaleme alın eğer üslubunuzda kibir varsa sizi kimse ciddiye almaz.
Anca birkaç kişi toplaşır birbirinizi onaylarsınız.
Refik Halid, Tarık Buğra, Aziz Nesin, Haldun Taner gibi nice dev isim de bu hakikatin farkında oldukları için köşelerinden hep bu toprağın insanına seslendiler.
Türkiye ise şu anda çok temel konuları tekrar gündemine alması gerektiği bir dönemden geçiyor. Eğer böyle devam ederse de Türkiye'de liyakat, eğitim, adalet, ahlak gibi temel konular daima yazılacak.
Herkes sıkılacak bu konulardan elbette ama aynı zamanda herkes de okuyacak. Çünkü toplumun sorunu neyse gazeteci onu köşesine taşır. Eğer kendinize bir aydın misyonu yüklüyorsanız o halde buna yönelmelisiniz. Eğer akademisyenseniz durum farklı tabi. Ya da bir gazeteci değilseniz tabi ki ciddi makaleler yazabilirsiniz.
Fakat bu millete seslenmeyi seçtiyseniz kusura bakmayın başka çareniz yok.
Edward Said'in Entelektüel'i, Sartre'nin Aydınlar Üzerine'si ya da Foucault'un Entelektüelin Siyasi İşlevi üzerinden alıntılar yaparak halka yazamazsınız. Cemil Meriç’in Mağaradakiler’i ya da Benda’nın Aydınların İhaneti… Elbette bunlar kıymetli eserler. Fakat halka bir şeyler anlatıyorsanız sloganlara ve spot cümlelere ihtiyacınız var.
Asla unutmayınız bu ülke her şeyden çok çekti evet ama her şeyi bildiğini iddia edip sokaktaki insanın psikolojisini bilmeden hatta hem onu aşağılayıp hem de sosyolojisini yazan samimiyetsiz aydınlardan da hakikaten illallah etti.