Birleşmiş Milletler (BM) Ticaret ve Kalkınma Örgütü (UNCTAD) eski direktörü ve baş ekonomisti duayen iktisatçı Prof. Dr. Yılmaz Akyüz, TL’nin daha da zayıflamasının bir yandan enflasyonu azdırırken öte yandan kur riski yüksek şirketlerin sorunlarını katlayacağını vurguladı.
Türkiye’nin önümüzdeki dönemde krizi daha da derinleştirebilecek iki dış şokla karşı karşıya kalabileceğine dikkat çeken Prof. Dr. Yılmaz Akyüz Cumhuriyet gazetesine ekonomide yaşanan derin kriz hakkında önemli açıklamalarda bulundu.
- Yükselen döviz kuru, yüksek enflasyon, yüksek faiz, düşük büyüme ve yüksek işsizlik... Türkiye ekonomisi bu noktaya nasıl geldi?
Türk ekonomisi buraya iki günde gelmedi. Bu sorunların tohumları 2003’den sonra, küresel sermayenin yüksek getiri arayışı ile üçüncü dünyaya akmaya başladığı yıllarda atıldı. Sermaye girişleri popülist politikalara ve hızlı büyümeye olanak vererek AKP’nin iktidarını konsolide etmesinde önemli bir rol oynadı. Ama bunu yaparken de şu anda üstesinden gelemediği finansal kırılganlıklar ve yapısal sorunlar yarattı.
AKP daha önce hiçbir hükümete nasip olmayan olağanüstü elverişli küresel finansal koşullarda iktidara geldi. 2000’lerin başında ABD’de teknoloji balonunun patlamasıyla Fed’in faizleri hızla düşürmesi ve Avrupa’nın da buna ayak uydurması sonucunda küresel sermaye, faizlerin yüksek ve varlık fiyatlarının düşük olduğu, Türkiye’nin de içinde bulunduğu yükselen ekonomilere (YEK) yönelmeye başladı. Sermaye girişleri görülmemiş düzeylere çıkarak 2007 yılında milli gelirin yüzde onuna ulaştı. Bunlar içinde en liberal yabancı sermaye rejimlerden birine sahip olan ve 2008 yılına kadar iktisat politikalarını IMF gözetimi altında yürüten Türkiye bundan oldukça yüksek pay alan ülkelerden biri oldu.
Sermaye girişleri 2008 krizi sırasında kısa bir kesintiye uğradıktan sonra ABD ve AB’nin faizleri sıfırlaması ve hızlı likidite genişlemesi ile tekrar yükselişe geçti. Kriz öncesine kıyasla biraz daha düşük bir düzeyde kalmakla ve iniş çıkışlar göstermekle birlikte şu ana kadar genel ve sürekli bir ani duruş ve tersine dönüş yaşanmadı.
Sermaye girişleri sadece Türkiye’de değil birçok ülkede büyümenin 2003’den sonra görülmemiş düzeylere çıkmasının ana nedenidir. AKP hükûmetinin ilk beş yılında büyüme 1990-2002 ortalamasının iki katına çıkmış, 2008 krizinden sonra da 2012’ye kadar hayli yüksek düzeylerde seyretmiştir. Sermaye girişleri makroekonomik istikrarda da önemli bir rol oynamış, bu sayede güçlenen kur, fiyat bekleyişleri için bir çıpa görevi görerek enflasyonun düşürülmesine kolaylaştırmış, bu da faizlerin düşmesine zemin hazırlamıştır.
YEK’lerin 2008 krizi öncesindeki güçlü ekonomik performansları ve krizden sonra da çabucak toparlanmaları, o dönemde Güney’deki büyümenin Kuzey’e bağımlılığının koptuğu, YEK’lerin dünya ekonomisinin lokomotifi haline gelmekte olduğu görüşüne yol açmıştır. Bu görüşün çığırtkanlığını IMF yapmakta, bu durumu da izlenen neoliberal politikalara atfetmekteydi.
O dönemde South Centre’da yaptığımız çeşitli çalışmalarda YEK’lerdeki hızlı büyümenin büyük ölçüde elverişli küresel koşullardan kaynaklandığını, bu koşullar aynı zamanda kırılganlıklar yarattığı için sürdürülemeyebileceğini anlatıp Türkiye de dahil ülkeleri rehavete kapılmamaları için uyarmıştık.
- Ne tür kırılganlıklar yaratıyordu?
Yakından bakıldığında bu ülkelerin birçoğunda, sanayi yatırımları ve verimlilik gibi temel değişkenlerde önemli bir iyileşme olmadığı, aksine sanayisizleşme eğilimlerinin belirmeye başladığı, yurtiçi tasarrufların artmadığı, sermaye girişlerinin yatırımdan çok tüketime yöneldiği görülüyordu. Nitekim büyüme yavaşlayıp IMF’in projeksiyonlarındaki hata payları artmaya başlayınca IMF de yavaş yavaş pozisyonunu değiştirerek bu hızlı büyümenin sürdürülebilirliğini sorgulamaya başladı.
Türkiye’de ihracat potansiyeli yaratacak ya da ithalata bağımlılığı azaltacak türde yatırımlar yetersiz kalmış, büyümeyi giderek artan bir oranda borçla finanse edilen özel tüketim ile gayrimenkul ve altyapı yatırımları sürüklemiş, mega projeler altyapıda önemli ölçüde âtıl kapasite yaratarak kamu kesimini büyük mali yükümlülükler altına sokmuştur. Sermaye girişleri kura değer kazandırarak sanayileşmeyi kösteklemekle kalmamış aynı zamanda cari açıkların ve dış yükümlüklerin artmasına, net dış yatırım pozisyonunun kötüleşmesine neden olmuştur. Özellikle 2012’den sonra sermaye girişleri düşme eğilimi gösterirken cari açıkların oldukça yüksek bir düzeyde kalması, kırılganlığı giderek artırmıştır.
Üçüncü dünyanın son yarım asırlık sermaye akımları konusundaki deneyiminden çıkan önemli derslerden biri şudur; girişleri doğru yönetip kontrol etmezseniz, çıkışları kolay kolay engelleyemezsiniz. 2000’li yıllarda sermaye girişleri hızlandığında bazı ülkeler bunların yarattığı kırılganlıkları önlemek için az çok çaba gösterirken, Türkiye tamamen kayıtsız kalıp “laissez-faire” politikası izliyordu. Daha 2013 yılında Morgan Stanley Türkiye’yi, Brezilya, Endonezya, Güney Afrika ve Hindistan ile birlikte “Kırılgan 5’liler” grubuna dahil etmişti. South Centre’da 2013 yılı verilerine bakarak yaptığımız ve rezervlerin yeterliliğini ölçmeye yönelik bir çalışmada da Türkiye 16 ülke arasında en kırılgan ekonomi olarak beliriyordu.
Kırılganlık özellikle üç alanda ciddi boyutlara varmıştır.
- Bu alanlar hangileri?
Birincisi, hisse senedi, tahvil, mevduat ve gayrimenkul piyasalarındaki yabancı varlığı görülmemiş düzeylere ulaşmış, yabancı giriş çıkışları sadece bu piyasalarda değil döviz kurları üzerinde de önemli etkiler yaratmaya başlamıştır.
İkincisi, sermaye hesabının yerleşikler için giderek daha da açılması, bir yandan özel sektörün dolar cinsinden borçlarının ve kur riskinin artmasına yol açarken diğer yandan da sermaye kaçışını kolaylaştırmıştır.
Üçüncüsü, yurtiçi mevduat ve kredilerde dolarizasyona izin verilmesi, kamu kesimi de dahil yerleşikler arasında yabancı para cinsinden kontratlara ve fiyatlamaya göz yumulması, yerleşiklerin yurt içinde para ikamesi olanaklarını, bu da kur hareketlerini artırmıştır.
Ekim ayındaki makalemde anlattığım gibi bu üç unsur 2018’da başlayan kur krizinde temel bir rol oynamıştır.
- Şu anda Türkiye ekonomisi geçen ekim ayında yazdığınız makale döneminden çok daha kötü duruma geldi, kur 8.50 seviyesine kadar çıkarken, faizler daha da yükseldi. "Kur ve enflasyon kontrol altına alınmazsa, kur krizi giderek borç krizine dönüşebilir" uyarınız var. Şu dönemde Türkiye borç krizine daha mı çok yaklaştı, bu anlamda başka ne tür riskler görüyorsunuz?
Beklediğim gibi faiz artışları pek işe yaramadı ve iktidar istikrar ile büyüme arasında sıkışıp kaldı. Özellikle turizmden umulan gelirler gelmezse cari açığın kapanması için kurun daha fazla düşmesi ya da ekonominin daralması gerekecektir. Liranın daha da zayıflaması bir yandan enflasyonu azdırırken öte yandan kur riski yüksek şirketlerin sorunlarını katlayacaktır. Aksine faizleri daha da artırarak sermaye çekmeye çalışmak, zaten yüksek olan işsizliği dayanılmaz düzeylere çıkaracaktır. Bu politika açmazlarından kaçınmak için hükümetin uluslararası piyasalardan yüksek faizle borçlanmaya devam etmesi sorunu çözmeyecek sadece büyüterek erteleyecektir.
Ayrıca önümüzdeki dönemde krizi daha da derinleştirebilecek iki dış şokla karşı karşıya kalabiliriz.
- Ne tür şoklardan bahsediyorsunuz?
Emtia fiyatlarındaki artış ve küresel finansal koşullarda ani ve ciddi bir sıkışma, risk iştahının azalması, faizlerin artması.
Küresel emtia fiyat endeksi şu anda son altı yılın en yüksek düzeyinde. Birçok gözlemci Korona kontrol altına alındıktan sonra bastırılmış talep potansiyelinin açığa çıkacağını ve fiyatların on yıl öncesi gibi tepe yapacağını öngörmekte. Bunun Turkiye’de cari açık, büyüme ve istikrar üzerindeki olumsuz etkilerinin bu defa çok daha ciddi olacağını kestirmek zor değil. On yıl önce hızlı sermaye girişleri artan enerji ithal faturasının finanse edilmesine olanak verirken şu anda bu söz konusu değil. İkincisi, artık önemli miktarda tarım ürünü ithal etmeye başladığımız için, petrol ve doğalgaz yanında bu ürünlerin fiyatlarındaki artış da ithalat faturamızı artıracaktır.
Küresel finansal koşullar da birkaç nedenle aleyhe dönebilir. 2008 krizinde uygulanan para politikalarının yarattığı finansal aşırılıklar giderilmeden Korona krizi gelmiş, ABD ve AB merkez bankaları 2008’den daha hızlı bir şekilde faizleri düşürüp likidite genişlemesine gitmişlerdir. Bunun hisse senedi ve yüksek riskli diğer varlık fiyatlarında yol açtığı balonun ABD finans sisteminde kırılganlık yarattığı Fed tarafından da dile getirilmeye başlanmıştır. Bu balonun patlamasının küresel risk iştahını azaltıp sermaye hareketlerini aşağıya çekeceği açıktır.
İkincisi, ABD’de enflasyon paranoyası tekrar başladı. Başkan Biden’in yatırım programının ekonomiyi ısıtacağı, enflasyonu ve faizleri artıracağı beklentisi yaygınlaşmakta. Kanımca hammadde fiyatları ve tedarik zincirlerindeki aksamalar maliyetleri artırarak enflasyonda geçici bir sıçrama yapabilir. Ama güç dengesinin bu denli sermaye lehine değiştiği bir ortamda fiyat-ücret sarmalının tekrar oluşma olasılığı hayli düşük. Elbette önemli olan Fed’in ne yapacağı. Hazine bakanı Yellen’in faizleri önden artırarak enflasyondaki muhtemel bir hızlanmayı engellemek gerekebileceğini söylemesi piyasalarda ve bizim gibi ülkelerde epey tedirginlik yarattı. Küresel risk iştahının azalması ve faizlerin artması şu anda görmek isteyeceğimiz en son şeylerden biri olsa gerek.
- Bu saatten sonra yabancı yatırımcıyı çekmek mümkün olabilecek mi?
Konunun farklı boyutlarını ayırt etmek gerekir. Geçmişte yabancı sermaye ile ilişki, genellikle New York ya da Londra mevzuatına tabi dolar cinsinden sınır-ötesi krediler ile sınırlı miktarda doğrudan yatırımlardan ibaret olduğu halde 2000’li yıllarda yabancıların üçüncü dünya ülkelerinin finans piyasalarına girip yerleştiklerini ve yaygınlaşan küresel üretim ağları çerçevesinde bu ülkelerde önemli miktarlarda doğrudan yatırım yaptıklarını görüyoruz. Bunun yabancı sermayenin piyasalara girip yerleşmesiyle ülke içindeki politik ve ekonomik gelişmelere olan duyarlığının arttığı bir gerçek. . Sadece kur riski değil aynı zamanda mevzuat ve düzenlemelerden doğabilecek riskler de var. Öngörülebilirlik yabancı sermaye için artan bir önem kazanıyor ve ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın sermaye hareketleri üzerindeki etkisi artıyor. Bu açıdan Türkiye’nin 2018’den sonra para ve kredi politikaları ve sermaye hareketleri konusunda gösterdiği düzensiz, erratic tutumun ve aldığı tutarsız kararların belirsizliği ve güvensizliği artırdığı ve liradan kaçışta ve kurdaki düşüşte önemli bir rol oynadığı yadsınamaz.
- “Bir ülkede demokrasi ve hukuk yoksa o ülkeye yatırım gitmez” deniyor. Yabancı yatırımcılarla yatırım yapılan ülkelerin siyasal rejimi arasında böyle bir ilişki var mı?
Öngörülebililiğin yabancı sermaye için artan bir önem kazanması daha fazla demokrasi eşittir daha fazla yabancı yatırım ya da demokrasi yoksa yabancı yatırım gelmez demek değil. Temel hak ve özgürlükleri ihlal eden birçok ülkenin siyasal ve ekonomik olarak yeterince istikrarlı ve kârlı bir yatırım ortamı sağlayabildiklerini ve önemli miktarda yabancı sermaye çekebildiklerini biliyoruz. Geçmişte ya da bugün epey yabancı yatırım alan Çin, Malezya, Şili ve Arjantin gibi ülkelerin hak ve özgürlük karnelerinin çok parlak olduğu söylenemez. Öte yandan birçok üçüncü dünya ülkesindeki yabancı yatırımların toplumdan çok ülkeyi yöneten elitlerin çıkarlarına hizmet ettiği, doğa, isçi hakları ve insan sağlığı için ciddi tehdit ve tehlikeler doğurduğu bilinmektedir. Bize gelen yatırımların bir bölümü de bu nitelikte. Eğer temel haklara saygı ve yasalar önünde hesap verebilirlik sağlanabilseydi, bu tür yatırımlar muhtemelen gelmeyecek, yapılamayacaktı.
Kısaca, hak ve özgürlükleri ihlal ettiği halde bol miktarda yatırım alan ülkeler olduğu gibi bunları ihlal edebildiği için yatırım alan ülkeler de var. Siyasal rejimle yabancı yatırımlar arasındaki ilişki ne olursa olsun, hak, hukuk ve özgürlük taleplerinde yabancı sermayenin bir argüman olarak kullanılmasını doğru bulmuyorum. Bu talepler için yabancı yatırımdan çok daha saygın gerekçeler olduğunu biliyoruz.