Hiç unutmam. Babamın Bolu'da çalıştığı yıllarda üç ayda bir eve getirdiği çuval çuval fındıklarla bilyelerimi asker yapıp savaştırırken Körfez Savaşı'ndan ödünç aldığım senaryoyu kullanıyordum. Ama savaştırdığım taraflara bir türlü ülkemi sokmak istemiyordum. Muzaffer de olsa kendi insanımın bırak ölmeyi zorluk bile yaşamasını istemiyordum. Benim millîliğim ve yerliliğim üniversitelerde biçilecek kadrolara bağlı bir değişkenlikten değil çocukluğumdan kaynağını alır. Ama aynı duyguları dünyanın herhangi bir yerinde hayalen bir çocuk ağlaması duymaya tahammülü olmayacak kadar da evrensel bir şekilde yine çocukluğumdan alırım.
Bu soru aklıma sadece edebiyatta kuramsal bir düşünce olarak değil bu düşüne üzerine açılmış bir sosyal medya grubundaki isimden geldi. Sonra Proust'taki mekanı düşündüm. Tanpınar'da zaman söz konusu olduğunda eşyanın değişen gerçeği geldi aklıma. Artık kırklı yaşların eşiğinde her adımda yaşlandığım aklıma geldiği için mi bilmiyorum. Kendi çocuklarımın sesi tepkisi, doksanları anımsatan küçük bir eşya ya da figür bana hep maziyi hatırlatıyorsa. Edebiyat, bir anlamda Gustave Lanson'ın dediği gibi 'gönülleri titreten bir şey'se benim gönlüm hep neden yerli ve yurtlu titriyor. Elbette bir eserin biçimi ya da içeriği benim gönlüme göre anlam ifade etmez.
İşin özü bana bu sorulsa idi şöyle derdim. Yersiz yurtsuz bir metin çocukça bir fantezi yahut bir kaçış olur da lakin yersiz yurtsuzluğu onu edebiyat yapmaz. Ben bu anlamda Tanpınar, Proust, Yahya Kemal gibi düşünenlerdenim. Eğer edebiyat olmuşların ya da olacakların alternatifi ise eşya da değişmeli mekan da. Yeniden yaratılmalı özlenen hayaller dünyasında.