ATOM KARINCA’NIN SİFTAHI
Pırıl pırıl bir Pazar öğleden sonrasında, “Dünyanın en güzel stat yolundan”, o canım ağaçlı Dolmabahçe koridorundan İnönü’ye yürüyoruz.
Taraftarda coşkunun C’si bile kalmamış.
Stata girmek üzereyken takım otobüsü geliyor, adeta rutin seferini yapan bir Ümraniye - Beşiktaş İETT otobüsü muamelesi görüyor. Önde giden eskort polis aracı bile sirenini “kerhen” çalıyor adeta. Nerede o stadın önünde meşalelerle birikip selamlayan taraftar? Ben bile aradım onları. Otubüsün içindekiler haydi haydi buruk bir ruh haliyle girmiştir stada.
Stat hoparlöründen her maç öncesi gümbür gümbür zangır zangır çalan ve Taksim’den Dikilitaş’a kadar her yerde çınlayan müzikler bile “gönülsüz” çalmakta.
Yani, şairin “Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar” dediği dizelere meydan okurcasına, “Bayraklar şimdiden derlenip dürülmüş”
Hiç yakışmıyor Beşiktaş gibi 120 yıllık bir camiaya.
Şenol Güneş becerememiş, “Yetersiz bakiyesi Burak Yılmaz” daha da beter “çarşafa dolaştırmış”, belki de iş işten geçtikten sonra son çare olarak “Beşiktaş’ın çocuğu” Atom Karınca Rıza göreve çağrılmış…
Böyle şeyler olur her kulüpte. İnersin, çıkarsın, dibe vurursun, hatta ve hatta (Allah esirgesin) küme düşersin. Senelerce şampiyonluğa hasret kalabilirsin…
“Bayrakları derleyip dürmek” asla akıldan bile geçmemeli.
Bu şanlı camiayı, neredeyse “Anne, baba, mama, top, atta, düt düt” demeyi öğrendiğimiz günden beri izleriz.
Neticede “semtin” çocuğuyuz.
Kulübün neredeyse arka sokağında doğmuş büyümüş, Akaretler’de "56” diye anılan sahada top oynayarak çocukluk yıllarını yaşamış biri olarak yazıyorum bunları.
Yıllarca “Sizin ne zaman şampiyon olduğunuzu, ya İsmet Paşa ya da Celal Bayar hatırlıyordur” diye dalga geçen arkadaşlar arasında geçti İlkokul yıllarında çocukluğumuz.
Ama, o bayrakların derlenip dürüldüğünü görmedik hiç.
Taraftarlık, bir “camia” bir “aile” olmak öyle bir şeydir.
Hayat, 3 - 5 hafta alınan 3 - 5 yenilgi ve yitirilen 15- 20 puandan ibaret değildir.
Ezeli rekabet, evet… Adı üstünde, “Kara Kartal”a yakışan en tepede olma tutkusu, evet…
Ama, sportif rekabette hep de başarı yok.
Bak, “Üç gün öncesine kadar rekor - mekor muhabbeti yapan” anlı şanlı rakipler de pekala, maç üstüne maç kaybedebiliyor. Hem ligde hem Avrupa’da.
Sen mücadelene ve önündeki maçlara odaklan yeter.
Kaptan Rıza, Beşiktaş’ta ikinci dönemine başlarken, eminim benim yukarıda yazdığım satırları beyninde ve yüreğinde hissederek kolları sıvadı bu maç öncesinde.
Tabii ki, hiç de arzulamadığı biçimde, iki santrforundan ikisi de sakat ve tribündeydi. Onların yerine, defalarca bu pozisyonda zorunlu olarak denenmiş ama başarılı olamamış Muleka ile çıktı sahaya.
Solda Rebiç ve sağda Tayfur ona destek veriyordu.
Ama, yine bildiğimiz gibiydi Muleka. Tam bir “çakaralmaz” rolünde. Hep mi barutu bu kadar ıslak bir silah gibi çıkar maçlara bir futbolcu yahu.
Orta sahada iyi kötü uyumlu oynayabilen Gedson, Amir, Salih gibi üç birbirine alışık isim vardı.
Aylardır bir türlü ideal kurgusunu bulamayan defansta ise artık Necip yerini sağlamlaştırmış, Amartey ile stoperde, sağ ve solda Rosier ile Bahtiyar görev yapıyordu Beşiktaş’ta.
Zaten sakatlar ordusuna dönmüş bir takımda, başka seçenek bi vardı, sanki?
Eldeki malzeme ile ve biraz da “Yeni hoca” gazıyla başladı maça ev sahibi takım ve birkaç sağlam pozisyon da buldu. İlk yarım saatte 4 kez de tehlikeli şutlar attı. Ancak Başakşehir de Beşiktaş ceza sahasına, daha önceki tüm rakipleri gibi “Fazlaca kolay” şekilde girerek yürekleri ağızlara getirmedi değil.
Beşiktaş defansının, hızlı hücum edenler karşısındaki kronik “kesik başlı tavuk sendromu” hala kendini göstermekteydi...Bir başka giderilemeyen zaaf da, hızlı hücum etme yeteneğinden hala yoksun olması bu takımın. O da birinciye eklenince, geriye bir şey kalmıyor zaten.
İk yarı genelde fazla heyecen vermeyen bir itiş kakışla, ve açıkça “1 puan almaya gelmiş bir deplasman takımı” görünümündeki Başakşehir’in sertlikleriyle geçti.
O sertlik furyası, 35’nci dakikada, Bahtiyar’ın (kasten olmasa da) yüzünün gözünün dağılması ve oyun dışı kalmasına kadar vardı. O dakikaya kadar fena oynamayan Bahtiyar’ın yerini mecburen Ghezzal aldı.
Ama, saha da tribün de gerildi bu dakikadan sonra.
Hani, vardır ya “Vur kır parçala bu maçı kazan” diye ifade edilen gereksiz bir duygu patlaması. O yaşanmaya başladı sahada.
Ancak, şunu söylemeden geçemem.
Hakem Arda Kardeşler’in bu pozisyona uzun tartışmalardan sonra ne kırmızı ne sarı göstermesi büyük bir hataydı. Bunun yüzde biri kadar ciddi durumlarda Beşiktaş’a “cart” diye kırmızı gösterilebildiğine, 50 kez tanık olduk, bugüne kadar.
Yani, Bahtiyar orada “ölse, öldüğüyle kalacaktı”…
Pes dedirtti hakem. Kılı bile kıpırdamadı.
İkinci yarıya Rıza Hoca, sakatlığı nükseden Ghezzal’in yerine Onur Bulut’u, Salih’in yerine de Chamberlain’i alarak başladı. Chamberlain’in hep söylediğimiz “hızından, tecrübesinden ve vurucu gücünden” yararlanamayan Şenol Hoca’dan acaba farklı mı düşünüyor diye umutlandık.
Diyebilirsiniz ki, “Chamberlain’in hızından ne olacak?”
Vallahi, en azından takım ortalamasından daha süratli bu adam.
Ve dakika 55’e gelirken, Beşiktaş yıpratıcı bir baskı kurdu Başakşehir kalesinde.
Rebic’in ısrarlı bindirmeleri ve ceza sahasına yüklenmeleri, Tayfur’un Onur Bulut’un sağlı sollu Beşiktaş baskısı, sonuç getirdi.
Rebic ceza sahasına girer girmez öyle usta işi bir top attı ki araya. Topla bomboş kaleciyle karşı karşıya kalan Muleka, bunu da atamasaydı zaten gidip kendini Dolmabahçe rıhtımından denize atmalıydı.
Çok şükür, birinci seçeneği tercih etti. 1-0 oldu durum.
Gol sonrası dakikalarda Beşiktaş’ın uzun süredir görmediğimiz tempolu oyunu ve baskısı devam etti.
Hakem Başakşehir’i, ve gördüğümüz kadarıyla saada hakem rolü oynayan hakem Arda Kardeşler’i de rahatsız eden bir baskıydı bu.
63’ncü dakikada Başakşehirli bir oyuncu, topu solda götürürken “tereyağdan kıl çeker gibi topu çalan” Beşiktaşlılar’a hem faul çalması hem de kaptan Necip’i yanına çağırıp uyarması, skandal bir karardı.
Hakem adeta “Bırakın gelsinler. Durdurmayın” ruh hali içinde görünüyordu.
Bu kadar da belli etmeseniz be namuhteremler!
Ama lig bu hakemlerle, ülke de (Yargıtay - AYM çekişmesinde gördüğümüz üzere) bu yargı ile yaşamaya mahkum. Yapacak bir şey yok. İsyandan başka.
66 ve 70’de Muleka’nın beceriksizlikleri olmasa Beşiktaş maçı çoktan koparmıştı bile.
Ama olmayınca olmuyor.
Adam, İngilizler’in tabiriyle “Natural born striker” (anadan doğma golcü) filan değil.
“Mecburen Muleka - M.M.” diye kara komik bir filmin kahramanı olabilir ancak.
Golü de öyleydi zaten... “Mecburen”
Hani, bugün olağanüstü formda görünen Rebic olmasa, onu da atamazdı.
Peki, Rıza Hoca bu kadar iyi oynayan Rebic’i 75’te neden oyundan alıp Demir Ege’yi soktu?
Anlayamadık.
Bugün göz kamaştıran, tam istim üstünde bir adamı alıp ne yapıyorsun?
Ama Rıza başımızın tacı. Vardır bir bildiği diyelim. İlk maçtan üzmeyelim Atom Karıncamız’ı…
Kaç tane Rıza Çalımbay yetiştirdi bu topraklar?
Ondan her türlü razıyız.
75-85arasında Beşiktaş anlamsız bir baskı yemeye başladı Başakşehir’den.
Gelen toplar uzaklaştırılıyor ama nedense ileride topu alacak, alsa da rakip kalee gidecek bir adam bulamıyordu. Rosier ve Muleka’nın tm anlamıyla yorulup oyundan düştüğü dakikalardı bunlar.
Gedson da yorulup 88’de çıkınca yerine kala kala Jean Onana’ya kaldı Beşiktaş.
Hani şu “kimin niye nasıl, ne amaçla getirdiği belli olmayan” ağır adama.
Bu son değişiklik, mutlaka puan almak için iyice saldıran Başakşehir’in iştahını daha da kabarttı.
Zaten geleneksel olarak “1-0’ı oynamayı” bir türlü beceremeyen Beşiktaş, gereksiz bir strese girdi.
Tribünü de soktu aynı strese.
O stres içinde itiş kakışa giren Tayfur 94’te sarı kart görürken uzatmanın son saniyelerinde 95’te Başakşehir şut pozisyonu buldu ama Mert’in refleksi son anda bir kazayı önledi.
Maç sonunda “Beşiktaş’ın çocuğu Rıza Çalımbay” tezahüratı içimizi ısıttı.
Çünkü öyle bir dönemden geçiyor ki takım.
Rıza gelip “kenarda öylece dursa bile” yeterdi.
Bugün tam da öyle bir gündü.
Öyle de oldu.
Dedik ya…
“Bayraklar derlenip dürülmeyi haketmiyor”