Değerlerimize sahip çıkmak
Bir dostla buluştuk geçen gün. Dağarcığı dopdolu bir dost… Dostumu bilmiyorum ama ben uzun süredir yaşamadığım bir günü yaşadım. Ayrılırken dostum, "Bu hafta köşende, bugünümüzü yaz ve yayımlamadan bana e-posta ile gönder." dedi ısrarla. Ben de yazdım.
***
Günlük kaygılardan uzak kaldık saatlerce. Türk ve dünya siyasetine bir saniye bile ayırmadık. Şiirden, öyküden, romandan söz ettik doya doya… İkimizin de sesi kötüydü ama şarkı bile mırıldandık.
Bir ara dertlendik. Kendi değerlerimize sahip çıkmak konusuna takıldık bir süre. Daha doğrusu "çıkmamak" konusuna… Birçok örneği art arda sıralayıverdik hiç zorlanmadan. Sonra da mutabakatımızı ilan ettik:
"Biz, kendi değerlerimize sahip çıkmıyoruz."
Söz döndü dolaştı, Küskün Göl ve Her Şeye Rağmen Yaşamak kitaplarıma geldi. İtiraz ettim. "Bugün sohbetin içine ben dahil olmayayım." dedim. "Neden?" diye sordu. "Kendi değerlerimize sahip çıkma ve benim yazdıklarım yan yana gelince, kendimi "değerlere sahip çıkılmaması" konusunda "özne" gibi görmeye başlarım ki bu değerli sanatçılara haksızlık olur.
"Dur bakalım dostum!" dedi ve sazı eline aldı.
***
Sen kendinin ne olduğunun farkında mısın?
Mesela, geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz, Türk dili dünyasının duayeni Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, "Ercan''ın hikâyecilikte üslubu bambaşka… Cümleler net ve kısa kısa. İnsan, soluk soluğa okuyor, arkasından gelecek cümleleri merak ediyor. Bu hikâyeleri yazmakta oldukça geç kalmış ama yine de yazabilmiş. Türk kısa hikâyeciliği yepyeni hikâyeler kazanmış. Sevgili öğrencimi kutluyor, yanaklarından öperek yeni hikâyelerini bekliyorum." yazdı sayfasında.
Tuncer Hoca''yı bilenler bilir. İnanmadığını kimse yazdıramazdı ona.
Ya günümüz edebiyat dünyasının en önemli isimlerinden Prof. Dr. Cemal Kurnaz''ın yazdıkları:
"Bazı sanatçılar vardır, şiir okuyan, şarkı/türkü söyleyen. Müthiş bir özgüven ile söylerler. Söylerken, söyleyişlerine hayran olurlar. Okudukları, söyledikleri eser sadece bir bahanedir. Şiiri veya şarkıyı değil, kendilerini öne çıkarırlar.
Bazısı ise, anlattığı eseri öne çıkarır, kendisi ortadan kaybolur. Ne bir şovmenlik, ne artistlik (tasannu) ne de başka bir şey.
Ercan, bana böyle göründü. Hikâyeyi yazmıyor gibi yazıyor. Sanki çok yakın bir arkadaşının kulağına eğilmiş de mırıldanır gibi. Hiçbir iddiası yokmuş gibi anlatıyor."
Unutmadan şair, yazar, araştırmacı, gönül insanı Şerif Kutludağ''ın yazdıklarına ne demeli:
"Türk hikâyeciliğinde biz Ömer Seyfettin''de ifadesini bulan ''Olay Hikayeciliği'' ile Sait Faik''te temsil edilen ''Durum Hikâyeciliği''ni biliriz. Sevgili Ercan ÇALIŞKAN''da bu iki yöntemin de kullanıldığını görüyoruz.
Onu hikâye yazıcılığı konusunda farklı/özgün kılan yanı ise sinema tekniğini uygulaması. Bilirsiniz film gösterimlerinden önce seyirci fragman adı verilen merak unsurlarından oluşan bir gösterimle heyecanlandırılır ve filmi seyretmeye hazırlanır ya; işte sevgili Ercan Çalışkan da bu yöntemi uyguluyor: Her hikâyeye fragman tadında bir sunumla başlıyor. Sonra asıl konu anlatımına geçiyor. Yine hikâyede onu farklı kılan bir tekniği de bitirişlerde ortaya koyduğu beklenmeyen sonlandırmalar..."
Dostum, sana bir şey söyleyeyim mi:
"Sen de yeterince sahip çıkılmayan değerlerimizdensin."
"Yok canım, o kadar da değil! Kitaplarım basıldıktan sonra sosyal medyada tanıttığımda, yüzlerce yorum, binlerce beğeni aldı."
***
Yazıyı burada bitirmiş ve dostuma e-posta ile göndermiştim. Yazıya alttaki satırları "Sakın bunları yazmam deme!" notuyla eklemiş:
"Peki, söyle bakalım:
Kitabını tanıttığın yazıyı…
Kaç kişi, sosyal medyadaki sayfalarında paylaştı?
Kaç kişi, satın aldı?
Sahip çıkma dediğin böyle olur. Ver bakalım cevabını?"