Gönül sevdiğine dargın…
Oynarken düşüp yaralanınca nasıl oyuna döndüğümüzde çabuk geçerse acımız, kırgınlıkları da çabuk geçerdi çocukluğumuzun. Bir bilyeye bir gülüşe, bir bozulan küs işaretine kanıverirdik mesela. Uzak olsak da eve girdiğimizde bilirdik annemizin orada olduğunu. Ola ki ayağımıza bir sancı girse yürüyemeyip tek başına kaldığımız okul avlusunda bizi sırtlamak için gelecek bir anne olurdu.
Gün geçip yaş ilerledikçe gidenler ya daha az geliyor. Ya hiç gelmiyor. Tıpkı anneniz gibi… Kırgınlıklar bir ömrü kara bir örtü gibi kuşatmaya başlayınca size de ölümü düşünmekten başka bir şey kalmıyor. Küsenler bir daha barışmıyor. Belki elini acıtıp kolunu incittiğiniz sevgili bile bin kere barışırken otuz yıl sonra bir cümlede öyle bir küsüyor ki kolunuz kanadınız kırık, kalıveriyorsunuz. Dünya denilen bir arazide sürgün… Ozan Arif''in dediği gibi:
Gülemedim şöyle bir gün
Senelerim geçti sürgün
Gönül sevdiğine dargın
Aha geldim gidiyorum
Gülmekten sürülünce ölmekten endişeniz olmuyor, ardınızca bıraktığınız iki gülün endişesi dışında. Büyüdükçe derinleşen kırıklıklarınız ve kırgınlıklarınızla "günden güne yavaş yavaş" bir gidişin boynu bükük yolcusu oluyorsunuz.