Türkiye'de merkezi ele geçirme mücadelesi
Cumhuriyet yönetimlerince laik bir devlet anlayışının benimsenmesi çoğu zaman dini çevrelerin ötekileştirildiği-ötekileştirilebileceği kanı ve iddiasını gündeme getirmiştir.
Kadim Türk devlet anlayışıyla laikliği benimseyen Türkiye’nin benimsediği laiklik anlayışıyla bazı dönemlerde uygulamaya koyduğu laiklik anlayış ve uygulamaları arasında farklılıklar görülse de laik bir yönetim anlayışının Türk devlet ve uygulamalarına çok da uzak olmadığı tarihî bir realitedir.
Selçuklu hükümdarı Tuğrul Beyin 1055’te Bağdat’taki halifeyi himayesi altına almasıyla başlayan dini-siyasi otoritenin ayrışması 1517’de Yavuz’un Mısır’daki Türk Devleti Memluklüleri ve halifeliği Osmanlı’ya bağlamasıyla devam etmiştir. Ancak Osmanlı’nın her ne kadar dini ve siyasi otoriteyi tek merkezde -hükümdar- toplamasına rağmen uygulamada Töre-Örf hukukunun gücünden faydalanan hükümdarlar dini -halifelik kurumu- işleri çok da yönetime karıştırmamış görünmektedirler.
Türkiye gibi ülkelerde demokrasi ve laikliğin kökleşmesi, millet tarafından benimsenmesi için uzun bir süreç gerektirmiştir. Yaşanılan süreçte demokrasi ve laikliğin tam anlamıyla milletin bütün bireylerince benimsendiğini söylemek bir hayli zordur.
Osmanlı son döneminden itibaren başlayan ve Cumhuriyetin kurulduğu ilk günlerden itibaren yoğunlaşan ve özellikle Batı tarafından servis edilen Türkiye’nin devrimleriyle din karşıtıymış gibi bir algı yaratılması, öncelikle bazı tarikat, aşiretler üzerinde etkili olmuş ve ülkenin değişik yerlerinde irili ufaklı isyanlar çıkarılmıştır.
Türkiye’yi Türk-İslam dünyasından koparma-ötekileştirme, elini zayıflatma başta İngiltere, Fransa olmak üzere tarikat, aşiret ve bazı etnisiteler üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu amaçla Afrika, Arap ve İran gibi bazı ülkelerde oluşturulan suni tarikatlar, ideolojiler Türk ve Türkiye karşıtlığı üzerinde yoğunlaşmıştır.
Afrika, Arap ve İran merkezli tarikat ve ideolojilerin zaman içinde Türkiye’de güçlenmesi sağlanmış ve özellikle 1950 sonrası ideoloji, tarikat, cemaatler devlet kadrolarında kendilerine alan açmaya başlamışlardır. ABD, Batı ve taşeronları tarafından desteklenen tarikat, cemaat ve ideolojiler zaman içinde devletle boy ölçüşecek denli güçlenmiştir. FETÖ terör örgütünün cemaat yapılanmasıyla başladığı süreçte ülkeyi ne hale getirdiği ortadadır.
Cumhuriyet rejiminden umduğunu bulamayan ve Cumhuriyetin kendilerini ötekileştirdiğini düşünen birçok dini, siyasi, etnik çevre Cumhuriyete karşı zaman zaman yer altına çekilerek faaliyetlerini sürdürmüş ve savunma mekanizmalarıyla halk tabanında tutunmaya devam etmişlerdir. Öyle ki Cumhuriyetin ilk yıllarında karşı çıktıkları ve devlete karşı isyan ettikleri birçok konuyu tevil etme yoluyla devletin birçok alanında kendilerini güçlendirmeye devam etmişlerdir. Bulundukları devlet kadrolarında ideolojik, ayrılıkçı, terör yandaşı, rejim karşıtı dini, siyasi, etnik yayılma ve her zaman çoğalım gösterme yolunu benimsemişlerdir.
Söz konusu çevrelerin laik sistemin okullarına eğitim görmesi, ekonomik ve siyasi olarak iyi birer vatandaş olarak görünmelerine, yer yer takdir edilmelerine, övgüler dizilmesine ve hatta siyasi pazarlıklarla kadrolar almalarına, alan açılmasına kadar gitmiş ancak gelinen noktada devletin milletiyle bölünmez bütünlüğüne karşı yapılan hazırlıklar ya görülmemiş ya da yandaş kadroları tarafından örtbas edilmiştir.
Sistemin merkezine girmekte zorlanan bazı dini, siyasi, etnik ve ideolojik çevrelerin yarım asırdır faaliyet yürüttükleri yer altından çıkarak bizzat siyasetin merkezinde yer alarak güçlenmeleri bir yönüyle mevcut sisteminin bir başarısı olarak görülse de bu tür çevrelerin sistemi ele geçirme amaçlarını her zaman gizledikleri düşünüldüğünde bunun yol açacağı-açtığı sonuçları düşünmek bile korkunçtur.
Türkiye’nin son dönemde yaşadığı en önemli sıkıntılardan birisi de merkezde son derece güçlenen Türklük, Türkiye, Cumhuriyetle bir şekilde hesaplaşma amacı güden çevrelerin devletin siyasi, askeri, ekonomik ve sosyo-kültürel hayatında ne derece etkili olduklarını-olabileceklerini bugünden görmek olmalıdır.
Her ideoloji, tarikat, cemaat, etnik ve siyasi grubun kendisine göre bir devlet, din ve dünya anlayışı bulunmaktadır. Bu anlayış farklılıklarının millî, siyasi, kültürel, ekonomik hayatımızdaki yansımalarına şahit olma ihtimali her geçen gün daha da artmaktadır.