Beşiktaş'ın utanması gereken şey ne? Zafer Arapkirli açıkladı...
BEŞİKTAŞ'IN UTANMASI GEREKEN ŞEY NE?
Yıllar önce bir arkadaşımla otomobille seyahat ettiğimiz bir gün, bana “İnsanların araç kullanma tarzı ile, kişilikleri ve hayatta başka şeyleri yapma tarzları arasında bir bağlantı var mıdır, acaba?” diye ilginç bir soru sorduğunu hatırlıyorum.
Uzun süre ve arada bir “başka ilginç alanlara da sarkan bir şekilde” üzerinde konuştuğumuzu hatırlıyorum.
Ben pek bir alaka kuramamıştım o an.
Ama sonradan düşünüp, değerlendirdiğimde ve kendimi analiz etmeye çalıştığımda, gerçekten de bir bağlantı olduğuna ikna oldum.
Beşiktaş futbol takımının oyununu izlerken, sezon başından beri zaman zaman bu soruyu da kendime sordum ve bugün bir kez daha karar verdim ki, “takımın oyunu, ruh hali ve bu yılki kimliği” ile doğrudan alakalı.
Türkiye Kupası dışında bir hedefi kalmamış, adeta “Biz niye çıktık bu sahaya? Neden bu topu saldılar ortaya? Biz şimdi bu topla ne yapacağız?” gibilerden düşüne düşüne oynayan ve bu güzelim oyunun amacının, “Topu bir an önce rakip kaleye götürüp içeri sokmak” olduğunu bilmez bir görüntü içinde.
Tek tek oyuncuların bu düşüncelerinin, bir bütün olarak da takımın hareketine etkisi açıkça görülüyor.
Bu takım adeta “Birinci viteste kalkıp, sonra birinci viteste devam eden ve otobana çıktığı sırada bile birinci viteste o aracın kullanılabileceğini zanneden yeteneksiz ve acemi bir sürücünün” araba kullanmasını andırıyor.
O yüzden de, kimi zaman hızlı adamların bile kendi kendine frene basmalarını zorlayan bir ruh hali ile oynuyorlar. Rashica ve Masuaku’dan söz ediyorum özellikle.
Yani “Topu ileri hızla götürüp de ne olacak abi? Kime vereceğiz ki?” diye oynayan adamlar. İleride Semih’ten başka topu içeri atabilecek kapasitede adam olmayınca zaman zaman Rashica’nın bu rolü üstlendiği, Muçi’nin geçen bir iki maçtaki “şut iştahının” da kaybolduğu bir takım.
“Set oyunu” denen şeyi bile, rakibin ceza sahası önünde değil, 2’nci bölgenin kendi ceza sahasına en yakın noktasından başlatan bir takım.
Savunmadan bile top çıkarırken “Eh bir sürü vakit var abi. Acele etmeyelim diye uyuşuk uyuşuk pas yapan bir takım.
Tam da bunu yaptıkları sırada, daha 9’ncu dakikada, ilkokul (altyapı) düzeyinde bir hata sonucu rakibe (Monteiro’ya) kaptırılan ve onun bomboş gelen arkadaşına uzattığı bir top ve Gaziantepli Sorescu’ya adeta “Al da götür at...” dercesine ikram edilen bir gol pası.
Rakip sahada bu kadar erken geriye düşen bir takımın yapması gereken nedir? Topu hızla rakibin yarı alanına taşıyıp, erkenden yanıt vermek, değil mi?
Peki, bunu yapabildi mi Beşiktaş?
Yapamadı. Bunu kendi sahasında da yani İnönü’de de yapamıyor. Yapmıyor.
Takıma yeni monte edilen Musrati konusunda da bir iki kelam etmem lazım bu noktada.
Geçen hafta Galatasaray karşısında daha 2’nci dakikada kendi kalesine yaptığı gol vuruşu nedeniyle “linç edilen” bu adamı bir tek ben mi beğeniyorum? Bana kalırsa, “bir işe yarayacak ve ileride hızla neticeye götürecek pasların adamı” Musrati. Ama kim anlıyor bu pasları? Ve oralarda kim pozisyon alıyor? Hiç kimse.
O zaman da Musrati hep “Karavana ve isabetsiz paslar atan adam” rolünde görülüyor.
Tipik bir “Nereden bulmuşlar abi bu kazma herifi?” suçlaması standarttır, böyle durumlarda.
Tam tersine Musrati’nin, “Nasıl bu hale getirmişler bu takımı?” ya da “Nereden bulmuşlar bu kadar kazmayı?” dediğini sanıyorum, içinden.
Teknik direktörün bu uyumu sağlaması lazım acilen.
Ama bütün bunları bir yana bırakırsak, ilk yarıda Gaziantep’in fırsatçılık sonucunda kazandığı topla yaptığı gol haricinde her iki takımdan da öyle sözü edilecek bir ya da birkaç pozisyon göremedik.
Belki Masuaku’nun soldan harika getirip içeri hızla aktardığı ve Semih’in ıska geçtiği top. Belki bir de, Rashica’nın götürüp kendi vurduğu ama cılız bir vuruş olduğu için kalecide kalan şutu.
Başka da bir şey izlemedik futbol adına.
İlk yarının son dakikasında Semih’in ceza sahası içinde kestiği topun, “ayağından eline gelmesi”ne penaltı isteyerek itirazına, hakemin “elle kolla ayakla izahı” takdire şayandı. Bu kadar da kuralı bilmeyen insanlar sahaya çıkıp top oynamasın. Semih kendisine bir avantaj yaratacak şekilde topla elle oynamıyor. Ya da top Semih’in direkt eline çarpıp, avantaj yaratacak şekilde yön değiştirmiyor. Bu kadarını öğrenin artık.
İkinci yarıya çıkarken Beşiktaş’tan ne beklersiniz?
“Daha hızlı oynamaya başlayacak mı?” acaba sorusunu sorarsınız, değil mi?
Santos Dayı ne yaptı?
Bahtiyar’ın yerine, o hiç vazgeçemediği ama bugün ilk 11’de başlatmadığı “Yürüyen Tosun Paşa”yı oyuna aldı.
Sakatlık nedeniyle çıkardığı Musrati’nin yerine “Gedikli sakar” Amartey’i soktu oyuna.
Daha dakikalar 60’ı yeni geçmişken de, Ghezzal ve Aboubakar’ı oyuna alıp, Muçi ve Onur’u çıkardı.
Haydi hayırlısı dedik hep birlikte.
Vardır bir bildiği.
Ama Beşiktaş’a hız ve “kaleyi gördüğü anda daha fazla cesur şut” lazım olduğundan, Muçi’nin çıkarılmasını anlayamadık.
Sonrasında amaçsız Beşiktaş atakları ve Gaziantep’in kontratak arayışlarıyla geçen bir ikinci devre izledik.
85’inci dakikaya gelindiğinde Mustafa’nın pasıyla topla buluşan Draguş, 5 kişinin arasında o kadar güzel kontrol edip uzak köşeye vurdu ki, Beşiktaş defansı bu skandalı hayatı boyunca unutmamalı. Hatırlamalı.
Durum 2-0 olunca biraz daha yüklenmeye çalışan Beşiktaş 87’de öyle bir penaltı kazandı ki, bundan da utanmalı.
Arkadan kendisini kıskaca alan rakibinin engellemesine, “kendini yere atarak” yanıt veren Semih Kılıçsoy’a bu aldatma hareketini yakıştıramadım.
Hakem Arda Kardeşler ise, anlaşılmaz biçimde tereddütsüz penaltıyı verdi. Belki de “Bu Beşiktaş bunu da atamaz, nasıl olsa” dedi sanırım.
Nitekim öyle de oldu. Cenk Tosun, adeta yumuşak bir pas atar gibi tam ortaya plase ile kalecinin kucağına teslim etti penaltıyı.
Beşiktaş’ın bundan sonraki hedefinin “Üçüncülük değil, hatta dördüncülük bile değil beşincilik olacağını” adeta ilan ediyordu bu vuruş ve bu maçın tamamı.
Bu futbolla Türkiye Kupası kazanacağını filan hayal etmemeli bu takım.
Geçmiş olsun.