Varoluşçuluk
Varoluşçuluk ya da egzistansiyalizm, felsefi düşüncenin öznesini sadece düşünen bir varlık olarak değil, aynı zamanda eyleyen, duyumsayan, yaşayan bir birey olarak insanın kendisiyle ilişkilendiren belli başlı Avrupalı filozofların çalışmalarını tanımlayan bir terim. 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılda ortaya çıktı. Varoluşçu düşünce, genellikle özgürlüğü merkezi bir değer olarak kabul etse de, asıl erdemi otantiklik olarak görür. Varoluşçuluğa göre, bireyin başlangıç noktası, genellikle "varoluşsal tutum" olarak adlandırılan, görünüşte anlamsız veya absürt bir dünyaya karşı bir kopukluk ve kaos duygusuyla nitelenen bir tutumla belirlenir. Birçok Varoluşçu, geleneksel veya akademik felsefeyi, insan deneyiminden fazlasıyla soyutlanmış ve uzak olarak görür. Bu felsefi akımda, ruhsal ve kültürel hareketlerin bireysel deneyimlerle birlikte var olabileceği savunulur ve insan varlığını anlamak için erdemlilik ve bilimsel düşünce birlikteliğinin yeterli olmadığı düşünülür; dolayısıyla mevcut birliktelik, gerçek değer yargıları içinde yönlendirilen ileri düzey bir kategori olarak kabul edilir. İnsanın varoluşunu anlamak, kesinlikle bu otantik gerçeklikle ilişkilendirilir.
Varoluşçuluk, 19. yüzyılın ortalarında, geleneksel sistematik felsefeye karşı bir tepki olarak doğdu. Søren Kierkegaard, terimi hiç kullanmasa da genellikle ilk varoluşçu filozof olarak kabul edilir. Kierkegaard, yaşama anlam yükleme sorumluluğunun ve hayatı tutkuyla, ciddiyetle ve "otantik" bir şekilde yaşama sorumluluğunun toplumun veya dinlerin değil, yalnızca bireyin omuzlarında olduğunu düşündü. Hegelcilik ve Kantçılığa karşı çıkarak, Kierkegaard bireysel bir bakış açısını benimser. Oluşturduğu sorumluluk temelli görüş; yaşamın anlamına, tutku ve samimiyetin gerçekçi analizlerine dayanır. Varoluşçuluk, II. Dünya Savaşı'nı takip eden dönemlerde tanınmaya başlandı. Bu felsefe akımı, sadece felsefeyi değil, aynı zamanda din bilimini, sanatı, tiyatroyu, resmi, edebiyatı ve psikolojiyi de etkiledi.
"Varoluş özden önce gelir" önermesi, varoluşçuluğun merkezini oluşturur. Bu anlayışta, bireysel varoluş, en anlamlı bütün olarak kabul edilir. Önerme, insanın önce var olduğunu, ardından kendi özünü ve amacını özgürce belirlediğini ileri sürer. Bireyin varoluşundan önce gelen yapı, "o" olarak ifade edilir ve bağımsız eylemler ve sorumluluk bilinciyle varoluş olarak tanımlanır. Etiketler, roller, kalıplaşmış davranışlar veya diğer önyargılar, bireyin toplumsal bir maskesi olarak işlev görür. Bu yapı içinde ifade edilemeyen temel, "özü" oluşturur. Bireyin yaşamının ne olduğu ve nasıl adlandırılması gerektiği, "gerçek öz"ü oluşturur. Ancak, keyfi olarak eklenen öz, "onun" ifadesiyle diğer tanımlarda kullanılır. Bu nedenle, insan varlığı, kendi değerlerine ve yaşamının anlamına karar veren ve bunları yaparken irade gösteren bir üçüncü kişi olarak algılanır.
İnsan ve evren sık sık mevcut koşulların açısından açıklanır. Ancak, birçok varoluşçu düşünüre göre, bu gerçekçi olmayan bir varoluş anlayışı. Bunun yerine, insanın tanımlanmasındaki kriter, bireysel hareket ve bireyin kendi eylemleri için aldığı sorumluluktur. Örneğin, acımasız davranışlarda bulunanlar, bu davranışları nedeniyle zalim olarak tanımlanır ve kendilerini bu yeni kimlikten sorumlu tutarlar (örneğin, acımasız bir insan). Bu, suça katlanma yeteneğinin insan doğasına ters olduğunu gösterir.
Sartre, "Varoluşçuluk ve Hümanizm" adlı konferansında şunu ifade ediyor: "Tüm varoluşun başlangıcı insandır; insan, kendisiyle yüzleştiğinde, dünyadaki varlık hissiyle dolup daha sonra bu algı içinde kendini tanımlar. Elbette, bu iyimser düşüncede bahsedilen şudur: Birey, zalim bir insan olmaktansa birçok farklı yol arasından seçim yapabilir. Burada açık olan şey, insanların iyi veya kötü olmayı seçebilmesi için, aslında zorunlu bir temelin olmadığıdır."